Müziğin ve Müzik Terapinin Otizmli Çocuklardaki Etkileri

otizm ve müzik

Annabel Stehli’nin hayatı tam bir kabustu. Büyük kızı kan kanserinden ölmüştü ve küçük kızı Georgie de otizmliydi. Doktor­lar tarafından durumu “ümitsiz” olarak nitelendirilince dört yaşındaki Georgie bir zihinsel hastalıklar hastanesine konmuştu. Kocasıyla Avrupa’ya yaptığı bir yolculukta Stehli, Guy Berard adlı Fransız doktorun geliştirdiği bir tedavi olduğunu duydu. Georgie’nin doktorunun karşı çıkmalarına rağmen Stehli, kızın Fransız doktorun Annecy’de bulunan kliniğine götürdü. Burada Berard, kızın işitme duyusunun aşırı hassas olduğunu, hafif bir sarsıntının bile ona acı verdiğini, bu nedenle yüksek seslerin onu isteri krizlerine ve şiddetli acılara sürükleyebileceğini gördü.

Aldığı işitme eğitiminin sonucunda Georgie iyileşti ve normal bir şekilde gelişmeye devam etti, üniversiteden mezun olduktan sonra başarılı bir ressam oldu. Stehli kızının acıklı öyküsünü Bir Mucizenin Sesi (The Sound of a Miracle) adlı kitabında anlattı ve otizmli diğer çocuklara ses ve müzik tedavisi yoluyla yardım etmek için Georgiana Derneği’ni kurdu.

Doğuştan beyni hasar görmüş, görme engelli ve otizmli olan Tony de Blois binlerce şarkıyı ezberden biliyordu ve yaptığı caz doğaç­lamaları hayranlık uyandırıyordu. Sadece bir kere duyduğu neredeyse her ezgiyi piyanoda çalabiliyordu. Ancak diğer alanlar­da çok yetersizdi ve doktorlarca “Geri zekalı dahi” olarak ta­nımlanmıştı. Müziğe karşı duyduğu bu ilgi iki yaşındayken onun hala oturmayı öğrenemediğini görüp paniğe kapılan anne­sinin ona küçük bir org vermesiyle başladı. Annesi oğlunun en azından orga doğru uzanırken dik oturmayı öğrenebileceğini düşünmüştü.

“İlk altı hafta cehennem gibi geçti” diye hatırlıyor. “Tony olası her nota bileşimini tekrar tekrar çalıyordu. Ama bir gün ben mutfaktayken “Parılda, Parılda Küçük Yıldız”ın ilk notaları çalındı kulağıma. Salona geldim ve ona o ezginin devamını öğ­rettim.” Şimdi Tony’nin öylesine büyük bir yeteneği var ki Bach, Andrew Lloyd Webber ve karmaşık caz parçaları arasın­da hiç zahmet etmeden geçiş yapabiliyor.

Wendy Young’ın oğlu Sam altı haftalıkken bağırsaklarında­ki çeşitli normal dışı durum yüzünden ortaya çıkan şiddetli bir karın ağrısı çekmeye başladı. Çocuk kendisini rahatlatacak hiç­bir yol bulamıyordu; sabah saat on ya da on bir civarında ağla­maya başlıyor ve gece on bir, on ikiye kadar da ağlamaya devam ediyordu. Anne ve babası beşikte sallamaktan, şarkı söylemeye, yürütmeye, arabaya bindirmeye, şifalı bitkilere ve koca karı ilaçlarına kadar her yolu denediler.

Profesyonel bir müzisyen olan Young’ın evinde sürekli mü­zik çalınıyordu ama hiçbir şey oğlunu yatıştıramıyordu. Bir gece Young kendi kendine tınlamaya başladı, o zamanlar bu yaptığı­nın tınlama olduğunu bile bilmiyordu. İki ayrı perdeden söyle­yerek çıkardığı sesler bir sis düdüğüne benziyordu ve oğlu ağla­mayı kesince çok şaşırdı. Aslında bebek annesinin kollarında uykuya dalmıştı. Aylar sonra çocuğun bağırsak sorunu geçti ve Young’ın ailesi (bir de elbette sabırlı komşuları) tekrar huzura kavuşabildi.

Öykü burada bitmiyor. İki buçuk yaşındayken Sam’e otizm tanısı kondu. Geçmişe dönüp baktığında Young, oğlunun duyusal verileri algılama yeteneğinin çok küçükken bile varolmadığını görüyordu. Sam şimdi yedi yaşında ve diğer birçok otizm davranışının yanı sıra sese karşı tahammülü çok düşük, Sam’in sokaktaki trafiğin gürültüsünü duyduğunda dertop olduğu ve evde elleriyle kulaklarını kapatıp mırıldandığı göre­memiş bir şey değildi. Ayrıca Sam gittikçe daha şiddetli öfke nöbetleri geçiriyordu ve bu yüzden ilaç tedavisi görmeye de başladı.

Neredeyse bir yıl boyunca Young benim atölye çalışmaları­ma katıldı ve oğluna müzik ve sesle yardımcı olabilmenin yol­larını araştırdı. Sam’e şarkı söylemeye çalıştığında oğlu ona “defolup gitmesini” söylüyordu. Davul çalma denemeleri de boşa çıktı. Sonra bir gün müzik ve kolik hastalığı ile ilgili bir ma­kale okurken Young’ın aklına sis düdüğü sesi çıkarmak geldi. Bu sesi çıkarmaya başlar başlamaz oğlu yanına geldi ve sesin en çok titreştiği yer olan annesinin göğsüne sırtını dayadı. Sam an­nesinin başını kendine doğru çekti ve ona gülümsedi. Young şa­şırmıştı. Durup onun tepkisini gözledi. Sam “Devam et” dedi.

Sis düdüğü konusunda şüphesi olan Young bunu teste tabi tuttu. Bütün otizmlilerde görüldüğü gibi Sam da bir filmi jeneriğindeki en son satır geçene kadar izliyordu. Young ona televiz­yonu kapatmaları gerektiğini söylediğinde Sam Benim Tatlı Me­leğim (My Fair Lady) filminin şarkısına eşlik ediyordu. Sam huzursuzlaşmaya başladığında Young ona “Sam, tamam ca­nım…(sis düdüğü sesi)….şimdi gitmemiz gerek…(sis düdüğü se­si)….sonra da seyredebiliriz bunu….(sis düdüğü sesi)….”dedi.

Sam sakinleşti. Young’ın televizyonu kapatmasına izin ver­miyordu ama birdenbire onunla beraber tınlamaya başladı. Ona “Tut beni,” deyip kucağına oturdu, kollarını boynuna doladı ve fısıldadı “Benimle birlikte mırıldan.”dedi. Sonunda Young filmi ileri sarıp jenerik bölümüne gelebildi, beraberce bu bölümü de seyredip televizyonu kapattılar.

Bir başka vaka çalışmasında Wales’deki tıp araştırmacıları otizmli ve iletişim kuramayan üç yaşındaki bir kızın iki yıl bo­yunca müziğin ağırlıklı olduğu bir Tıbbi Etkileşim Tedavisi gör­dükten sonra düzelme kaydettiğini bildirdiler. Evde haftada iki kez yapılan yirmişer dakikalık seanslarda anne çocuğa içinde sallama, okşama ve gıdıklama olan oyunlar oynatır kafiye, ses ve şarkı söyleme çalışmaları yaptırdı. Küçük kıza sanki iletişim so­runu yokmuş gibi davranıldı ve anneyle çocuk sırayla oyun oy­nadılar. Eski sessiz filmlere piyanistin eşlik etmesi gibi bir mü­zisyen de anne ve çocuğuna harple eşlik etti. Harp müziği anne ve çocuk arasındaki etkileşimin ruhuna, zamanlamasına ve anla­mına uygun olarak çalınıyordu. Örneğin, çocuk anneden uzak durunca müzik daha hafifliyordu, etkileyici etkileşim anlarında işe yükseliyordu.

Sonuçlar çok açıktı. Terapiden önce çocuk annesinin varlığı­nı her altı dakikada bir fark ediyordu. Terapiden sonraysa bu da­kikada bir gerçekleşmeye başladı. Tedavinin bir sonraki aşama­sında bu süre dokuz saniyeye kadar düştü. Göz teması eskiden üç dakikada bir gerçekleşirken, programın başlangıcında dakikada ikiye ve ilerleyen aşamalarında dakikada altıya kadar yükseldi. Terapiden önce çocuk annesiyle zamanının yüzde 20′sinde ileti­şim kurabilirken bu daha sonra yüzde 75′e çıktı. Eğitimin sonla­rına doğru çocuk annesini aniden muziplik etti ve bildik el çırpmalı bir şarkıda onunla göz teması kurup, annesinin eşofmanını açtı ve midesinin üstünde el çırpmaya başladı. Oyuncak bir hay­vanı bisküviyle “besledi”, daha önce hiç yapmadığı halde bebek­lerinin elbisesini “yıkadı”. Çalışma sona erdikten sonra iki yıl da­ha çocuk gözlendi ve bu olumlu etkilerin kalıcı olduğu anlaşıldı.

Amerikan Tıp Birliği Dergisi (Journal of the American Medical Association) davul çalan otizmli bir çocukla piyano başın­daki bir piyanist arasındaki sözsüz iletişimin çocuğu yalnızlıktan kurtarabildiğini bildirmiştir. New York Üniversitesi’ndeki Nordorff-Robbins Müzikle Terapi Merkezi’nin yöneticisi olar. Prof. Dr.Clive E. Robbins “Hayata başarılı bir şekilde uyum sağlayamayan, insani ilişkilere tahammül edemeyen ya da ileri­sim sorunu olan bir çocuğunuz varsa bu doğaçlama tekniği çok etkili olabilir.”diyor. Müzikle sağlanan etkileşimi bir diyaloga benzeten Robbins şöyle der “Bu çocuğun zihnine ulaşmanın bir yolu. Konuştukça, aslında doğaçlama yapmış oluruz. Sen bir soru sorarsın ben de cevap veririm. Bunun müzikle yapıldığını dü­şünün. Dil öğrenme sorunu çeken çocuklara ulaşmak için kullandığımız konuşma yöntemi kadar esnek bir şekilde kullanıla­bilir müzik. Müzik yöntemi bu sorunları çözmek için yan bir yoldur. Sinirsel araştırmalar beynin müziğe tepki olarak yapay bir etkinlik içine girdiğini göstermiştir. Bazıları beynin organik bağlantıların mekanik olarak değil de bir orkestra gibi çalışabil­mesi için temelde böyle programlandığını söyler.”

Kaynakça:

Campbell, Don (2002), “Mozart Etkisi”, (çev. Feryal Çubukçu), İstanbul, Kuraldışı Yayıncılık (sayfa 318-322)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir